B.
DERVİŞ
Dervişin vücudu yoktur. Semâzenin vücudu yoktur. Âşığın vücudu yoktur. O, varsa da yoktur.
Dergâhın kapısından içeri genç fakir bir derviş girdi. Bu gece semâ edip sürekli devredecek, kendi vücudunu bırakıp vücut verene gidecekti. Kim bilir kaç kere bir cenk meydanı addettiği ve nefsiyle savaştığı bu semâhaneden kuru bir vücut yorgunluğu ile dönmüştü. Ama artık bugün hazırdı.
Dergâhta kimsecikler yok: O ve sevgilisi baş başaydı. Bu simsiyah gecenin sessizliğinde neyler, kudümler, sazlar ve sözlerden oluşan coşkulu bir musiki dervişin içinden yükseliyor ve melekuttan aldığı ilâhî kudretle tekrar dervişe dönerek onu semâya çağırıyordu. Genç, kendi coşkusunu kendi teskin etmeye mecbur kalarak
“Telaşlanma.” dedi nefsine, “Bu gece seni kurban edeceğim.” Genç âşık, kâinat semâhanesine, başında bir mezar taşı gibi duran sikkesi, üstünde kefen rengi elbisesiyle gelmişti. Aşk ve muhabbet çeşmesinden abdest almış bu can, var olarak geldiği bu haneden, yok olarak dönecekti.
“Bismillah.” dedi. Sevdiğinin mânevî huzurunda bir süre saygıyla ayakta durarak “Canım, özlediğim… Hasretin beni yaktı, gel al beni benden.” dedi. Durdu, içinden yükselen ney sesinin cananı övüşünü gözyaşlarıyla dinledi. Birazdan onunla bir olduğunda bu gözyaşları bile ona fazla görünecekti ama şimdi kendi haline hürmetle onları da kendi haline bıraktı.
Boynunu büküp selam verdi, bir süre kendi derinliklerine baktı. Her şey dönüyordu. Her şey o yaratıcının manevi güzelliği etrafında dönüyor, devrediyordu.
Çok değil, beklediği işaretle gelince o da hemen müşahede ettiği bu ilâhî semâya katıldı.
Bir ayağıyla aşkında sabit, öbür ayağıyla ise mâşukunun seyrettiği, kendinden bir iz ve eser bırakarak geçtiği bütün âlemlerde semâ etti. Sağdan sola her dönüşünde, gönlündeki o sevgilinin aksine ilân-ı aşk etti, ona biraz daha yaklaştı, biraz daha benzedi. Kendinden başlayıp onda sonlanan devirlerin her birinde, varlık elbiselerinden birini daha üstünden attı.
Kollarını açtı, biri Hakk’a biri kendine doğruydu. Sanki vücuduyla dua ediyordu da “Gel, al beni.” diyordu, “Gel, kendine al…”. Öyle hızlı dönüyordu ki nesneler artık tamamıyla siliniyor, biri diğerinin içinde yitip gidiyor; madde aşkta eriyor ve hızla mânâya karışıyordu. Dönüyordu, bu apaçık bir harpti ve o, meydanın tam ortasında nefsinin pençeleriyle cenkteydi. Vücudu yorulmuştu, sıcaktı, terlemişti ama umurunda değildi, duymadı. Sevgilisinin mânevî varlığı ona Kâbe olmuştu:
Âşık bir pervane misali, onun çevresinde, semâda, tavaf etmekteydi.
Neyler, kudümler, sazlar, sözler, hepsi coşup daha yüksek perdeden sesleniyor, “Nice ya bu senlik benlik.” diyorlardı. Bunu işiten o aşık vücut da hızlandı, hızlandı ve gittikçe hızlanan semâsının bilinmez hangi devrinde, deryaya kavuşan bir katre gibi mâşukuna karıştı.
Hiçbir şeyi kalmayınca her şey onu terk etti. Dünya, âhiret, varlık… Nihayet “terk” dahi onu terk ettiğinde, semâhanenin orta yerinde bir başına, kendi aslî güzelliğinin etrafında devreden âşık bir ruh kaldı.
Varlık semâhanesinde bir derviş dönüyordu. Nefsi yoktu, canı yoktu. Vücudu yoktu, teni yoktu. O görünüşte varsa da aslında yoktu. O an “Bugün, mülk (her şey) kimindir?” nidası duyuldu dervişin gönlünden. Soran cevap verdi: “Vâhid ve kahhar olan Allah’ındır.”
Dinle neyden hikâyenin bir de iç yüzünü şimdi:
Canım Arkadaşlarım, Bu, benim en sevdiğim hikâye.. Genç dervişi coşturan sazlar arasında ben de varım. Zaten bilirsiniz: Ney, semâ âyinlerinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Ama ben de tek başına bir hiçim. Arkadaşlarımla birlik olursak, ancak o zaman semazeni cuşa getiren bir âyin-i şerif icra edebiliriz. Zaten her iş böyle değil mi? Birlik olup beraber hareket edince her şeyin bir başka tadı, bir başka zevki olmuyor mu? Madem Allah bir, kulları da bir olmalı, birlik olmalı.
Neyse yine sözü uzattım, hikâyenin özünü kaçırmayalım. Hikâyenin sizde zevk yoluyla oluşturduğu bilgiye hiç dokunmadan ve hislerinize hürmet ederek sadece bazı kitâbî bilgiler vereceğim. Belki ileride bir Mevlevî Âyini izlediğinizde okuduğunuz bu satırlar sayesinde daha derin bir idrak yaşar ve bana da dua edersiniz. Sizin dualarınızın hürmetine, Allah da benden razı olur, diye ümit ediyorum. Öğretmek ve paylaşmak isteği işin bahanesi galiba, doğrusu benim tek gerçek dileğim bu: Allah’ın rızasıdır. Semâ, dinlemek demek. Hikâyemizin başından beri size “dinle” diyen “ney” var ya, işte onun yanık feryadını gerçekten dinlemek, insanı semâ etmeye çağırır. Neyin coşkulu sesine can ve gönül kulağını veren dervişler, aşkla kendilerinden geçip semâ etmeye başlarlar. Hakîkatte ise, ney kâmil insandır. Ney, kendi arzularını terk ettiği için Allah’ının arzusuna kavuşmuş, kendisinden Allah’ın göründüğü kimsedir. İşte Kâmil İnsanın aşkla Allah’ını övüşünü dinleyen bir insan da yerinde duramaz. Kendisine bu güzellikleri öğreten o öğretmenin etrafında dönmeye başlar. Burada dönmek kelimesi temsilidir. Anlamı ise aşkla sevgiliye benzemeye çalışmaktır. Aşkla ve şevkle, öğretmeninin anlattıklarını yaşamaya çalışmaktır. Semâhane, yani semâ edilen yer, kâinata benzetilir. Semâ eden, benliğinden ve nefsinin bütün kötülüklerinden kurtulmaya gayret eden dervişin başındaki sikke ise mezar taşına benzetilir. Çünkü derviş, daha hayatta iken ölmüş gibidir. Peygamberimiz Hazreti Muhammed “Ölmeden önce ölünüz. Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” buyurmuş. Yani nâçizâne bana öyle geliyor ki Peygamberimiz, daha yaşarken kötü huylarınızı ve yanlış hareketlerinizi bırakarak nefsinizden ölünüz, demek istemiş. İşte derviş de onun bu sözünü kendine düstur edinmiş ve kötülüklerinden arınmış bir güzel âşıktır. Üzerindeki beyaz elbisenin adı tennuredir. Tennure, nefsinin kötülüklerinden ölmüş bu dervişin kefeni kabul edilir. Hırkası ise kabridir. Sağ tarafı maddeyi ve dünyayı temsil eder, sol tarafı ise mânâyı, yani Allah’ı anlatır.
Semâhane, harp meydanına temsil olunur ve semâzen, bu meydanda kendi nefsinin kötülükleri ile savaşır. Semâ esnasında sesler ve sazlar, mekân ve insan bir olur ve hep bir ağızdan Allah derler.
Saz çalan heyete mutrıp denir. Onlar semâhanenin kendilerine tahsis edilen bölümünde icralarına devam eder. Allah diyen sazları ve musikileriyle semâzeni aşka davet ederler.
Derviş, semâhaneye abdest alarak girer. Su ile temizlenmek ve abdest, ilim anlamına gelir. Su insanın vücudunu canlandırdığı gibi, Allah ilmi de âşık gönüllere can verir ve onları diriltir. Eğer abdest “Allah âşkı ve muhabbeti” suyuyla alınırsa semâzen, canını sevgilisine tamamıyla adayıp huzuruna öyle çıkmış demektir. Âyin naatla başlar. Naat Peygamber Efendimiz’i öven şiirlerdir. Derviş bu natı, bu övgü dolu ezgiyi dinler, gözünden yaş gelir ve Peygamberinin mâneviî huzurunda “Bismillah” deyip başlar semâ etmeye. Aynı anda ince ve buruk bir ney sesi meydanı doldurur. Açılan tennûrenin hışırtıları bu ney sesine karışır, artık semâ başlamıştır.
Derviş, sağdan sola doğru döner. Hacıların Kâbe’nin etrafında döndüğü gibi. Çünkü kalp de bir Kâbe’dir, Allah’ın evidir. Derviş, gönül Kâbesinin etrafında dönerken aslında canlar ve gönüller Kâbesi olan Kâmil İnsanın gönlünün etrafında dönmektedir. Çünkü yere göğe sığmayan Allah, bir mümin kulumun kalbine sığdım buyuruyor, işte o kalp, kâmil insanın kalbidir. Allah’ına kavuşan insanın kalbidir. İşte o âşık derviş, Muhammedî nuru miras almış o gönlün etrafında döner. Her dönüşte de “Allah” der. Kendinden vazgeçer ve
Allah’ına döner. Allah’tan gelmiştir bir zamanlar, yine O’na döner. Post, kızıl renkte olur. Bu, Allah sevgilisi, yani Kamil İnsan Hazreti Mevlânâ’nın güneşin tam gurup ettiği saatte Allah’ına kavuştuğunu bize hatırlatır. O kendi vefat gecesine “Şeb-î Arus”, yani “düğün gecesi” demiştir. Allah’ına kavuşan bir kulu ise sevgilisine kavuşan bir âşığa benzetmiştir. İşte kâmil insanı temsil eden post, bu yüzden kızıl renkte olur.
Derviş, semâ ederken hem şeyhin etrafında hem de kendi etrafında döner. Çünkü kâmil insanı temsil eden şeyhin etrafında dönerken derviş öyle güzelleşir ki, artık kendisi de öğretmeni gibi bir Allah güzeline dönüşmüştür. Kendi canındaki Allah’a hürmet ve sevgisinden ötürü kendi etrafında da dönmeye başlar. Ellerinin biri göğe doğru açıkken öteki aşağıya doğru bakar. Bunun anlamı da “Ben bir hiçim, Allah’tan alıyorum, kullarına veriyorum. Halimde bir güzellik gördüyseniz bu bana değil, Allah’ıma aittir. O bana veriyor, ben sadece dağıtıyorum.” demektir.
Dönüşler esnasında semâzenler bir ara durur ve birbirlerine dönüp eğilirler. Mücadele onları güzelleştirmiştir. Vücudunda Allah’ın sonsuz varlığının yansımasını gördükleri Kâmil İnsana, öğretmenlerine benzemek için o kadar uğraşmışlardır ki sonunda buna muvaffak olarak birbirlerinde o Allah sevgilisinin güzelliğini görmeye başlamışlardır. Gönüllerinden yansıyan Allah nurunun cezbesine kapılıp birbirlerine selam verirler. Bunun adı mukabeledir.
Dervişler her devirlerinde “Allah” diyerek semâ ederler ve her defasında bir kötü huylarını terk ederler. Dünya isteklerini bırakıp âhiret arzularını terk ederler. Her şey silinir gönüllerinden, sonunda kendilerini tamamen bıraktıkları o anda, Allah’a kavuşurlar. Yüce Allah o tertemiz ve bomboş gönüle içeriden seslenir, “Bugün her şey kimin?” diye sorar. Derviş, cevap verecek bir canı olmadığından susar ve soruyu soran o güzel Allah cevap verir: “Bugün ve her gün, her şey Allah’ındır. Var olan sadece O yüce varlıktır, Yüce Allah’tır.” Ve sonra dervişe Allah’la bir olmuş canı geri verilir. “Şimdi bu idrakle hayata geri dön, herkesle ve her şeyle güzel geçin. Çünkü sen O Allah’ı kendi canında bulduğun gibi, diğer canlarda da bulmalısın bugün.” denilir. Derviş, semâ ederken çıkardığı hırkasını tekrar giyer. Bu isteyerek terk ettiği kendi varlığına, Allah’ın isteği ve emriyle geri dönmek demektir.
Hasılı, Derviş semâhaneye var olarak gelir ve “yok” var olarak geri döner.
A. E. Yalçınkaya
Comments