B.
Hz. Süleyman’ın peygamberliği zamanında her kuşluk vakti adalet divanı toplanır ve böylece halkın maruzatı dinlenerek hükme bağlanırdı. Yine bir kuşluk vakti, divan zamanı saf bir adam hışımla Süleyman’ın sarayına daldı.
“Yetiş ey Süleyman, bir maruzatım var.” diyerek sözü en can alıcı yerinden yakaladı.
Hz. Süleyman “Buyur efendi, bu kapı Hakk’ın kapısıdır ve bütün kullara açıktır. İndimizdeki hazineler Hakk’ın kulları için saklanmıştır.” dedi.
Bu güzel sözler üzerine adamcağız, maruzatını dile getirmeye başladı:
“Ey Süleyman, yetiş, bu sabah Azrâili gördüm ki bakışı bakış değil. Herhalde canımı almaya kastetti, sen bir himmet et de şu kulunu düştüğü beladan, Azrail’in pençesinden kurtar.” diye yalvarmaya koyuldu.
Hz. Süleyman, kaza oku kader yayından çıktıktan sonra, kazaya rızadan başka bir yolun olmadığını bilmekle beraber bu saf adamın haline acıyarak sordu.
“Peki efendi.” dedi, “Ne istersin? Derdini dinledik, maruzatını öğrendik. Sultanın dergâhına gelirken gönlünden geçen talep neydi? Sen onu söyle.”
“Sultanım” diye söze devam etti adamcağız, “Sen ki Hakk’ın ve halkın dostusun, bütün mahlûkatın dilinden anlarsın. Kelimsin, kuşlar seni kendilerinden ayırt etmez, gelir konuşur, halleşirler. Âlimsin, şu tabiat kitabını kelime kelime okursun. Ateş, su ve toprak senin hizmetinde; rüzgârlar senin emrine âmâdedir. N’olur şu kuluna acı da rüzgârına emrediver, beni buradan alsın uzaklara, tâ Hindistan’a götürsün. Umulur ki duan ve himmetin bereketiyle şu fakir kulun, bu belâdan kurtulsun.”
Hz. Süleyman, adamcağızın mazuratını dinledi ve talebi üzerine rüzgâra emrederek adamı Ken’an illerinden, Hindistan’a gönderdi. Kazaya rızadan başka hal çaresi yoktu lakin herkese nasihat etmek olmazdı. Yakut bir gerdanlık, nasıl nâzenin bir tazenin göğsüne layık ise nasihat ve hikmetli sözler de Allah aşkıyla zinde olan gönüller içindi.
Ertesi gün, yine kuşluk vakti Divan meclisi kurulduğunda Hz. Süleyman, orada hazır bulunan Azrâil’i çağırarak:
“Ey Allah’ın emir eri Azrâil” diye söz başladı. Sesi biraz celâlli, bakışı hiddetliydi:
“Dün sabah vakti, o adama niçin hışımla baktın? Söyle bakalım, o masum insanı niçin kedere saldın?”
Azrâil huzûr-ı saltanatta el pençe divan durmuş, pür dikkat Sultan Süleyman’ı dinliyordu. Cevap vakti gelince:
“Efendim, sultanım, devletlim, zât-ı penâh-ı hümayuna yüz sürerim.” diyerek güzel bir girizgâh yaptı. Zira sultanların önünde özü doğru, sözü güzel olmak lazımdı.
“Ben o adama gerçekten bir hışımla bakmadım.” dedi Azrâil. “Hayret ve şaşkınlık içindeydim. Cenâb-ı Allah bana ‘Git, bu akşam Hindistan’da filanca kulumun canını al.’ diye emir buyurmuştu. Ben de bu adamı görünce düşündüm ve dedim ki kendi kendime, ‘Şimdi bu adamın bir değil, yüz bin kanadı olsa akşama kadar Hindistan’a varamaz. Lakin Allah’ın işine de akıl sır ermez, kudretinin sonu yoktur. Dilediğini yapar, yaptığından sual olunmaz. Allah kuluna vaat ettiyse el-Hak o iş gerçekleşecek.’ diyerek o adama hayret ve şaşkınlık içinde baktım.”
Dinle Neyden Hikâyenin Özünü
Sevgili Dostlar,
Her hikâyenin anlatmak istediği birçok şey vardır. Kimisi ilk bakışta anlaşılır kimi gizlenmiştir. Gizlenenleri ancak işlerin iç yüzüne erebilme kabiliyetinde yaratılmışlar anlar. Ben Neyzen efendimden bu hikâyeyi nasıl duyduysam öylece anlattım ve anlatırken de bir sürü yeni şey keşfettim. Yüce Allah, her peygambere içinde bulunduğu zamanın gereklerine göre bir hikmet ve mucize vermiştir. Hikâyede adı geçen Süleyman Peygamber de İsrailoğulları’na gönderilen peygamberlerden biridir ve Hazreti Davut’un oğludur. Hazreti Süleyman, her mahlûkun dilinden anlar ve onlarla konuşurdu. Kuşlarla konuşma mucizesi nedeniyle ona, “kuş dilini bilen Süleyman” da denilmiştir.
Bu hikâyede anlatılmak istenen kader ve kaza sırrıdır. İmanın şartlarından biri olan kader, Allah’ın ezelî ilmiyle olmuş ve olacak her şeyi bilmesi anlamına gelir. Yaptıklarımız ve yapacaklarımız, “Gökte ve yerde gizli hiçbir sır yoktur ki apaçık bir kitap olan Levh-i Mahfuz’da olmasın.” âyetinin hükmü gereğince Allah’ın ezelî ilminde sabittir. Her şeyin ve herkesin kendi kabiliyeti ölçüsünce bir kudreti, yani kaderi vardır. Ateşin tabiatı kuru ve sıcak olmaktır. Bu kabiliyetinin icap ettirdiği kader ise yakmak, yani yakıcılıktır. Suyun tabiatı ise nemli ve soğuk olmaktır, suyun kaderi ise hayat vermek ve yaşatmaktır. Tabiatın dört unsurundan başlayarak âlemde gördüğümüz her şey için bir ölçü tayin edildiği “Kur’an’da biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”[1] âyetiyle bildirilir.
Kaza, Allah’ın ezelî ilmindeki eşyanın hakîkatine bakarak onlar hakkında verdiği hüküm; kader ise onun açığa çıkma şekli ve tarzıdır. Kazada bir değişiklik olmaz, zira Allah’ın bir konudaki hükmü O’nun ezelî ilmine bağlıdır ki bu ilimde bir değişme, eksilme ya da artma olmayacağından hükümler de sabittir. Ancak kader, bu kazanın zuhur etme şeklidir ki büyükler bu yönüyle kaderin bazı değişiklikler arzedebileceğini söylemişlerdir. Kaderin zuhuru ne yönde olursa olsun, iş yine aslına yani Allah’ın verdiği hüküm ile neticelenir ve o şekliyle tamamlanır.
Sûfîler, her varlığın Allah’ın ezelî sıfatlarından bir ya da birkaçını temsilen bu dünyaya geldiklerini söyler. Her mahluk, Allah’ın bazı isimlerini kendisinde taşımakta ve aksettirmektedir. Yani her insan bir ismi taşımak ve o ismin gerektirdiği hayatı tecrübe etmek üzere yaşar. Her ne kadar hâdiseler onu isminin gereklerinden uzak bir köşeye atmış olursa olsun, ilâhî takdir, bir şeyin olmasına hükmetmiş ise o kişi bulunduğu halden hızla sıyrılarak kendisini olması gereken yerde bulur.
İşte bu hikâyede anlatılmak istenen de bu sırdır. İnsan, kazanın hükmünden kaçamaz. Kendi hakîkatinde gizli olan mânâdan uzaklaşamaz. Ezel de takdir olunan kabiliyetinin hükmü neyse, günü gelince bir bir ortaya çıkar. Bundan kaçış yoktur, çünkü kendisini bekleyen şey onun mayasıyla birlikte yoğrulmuştur. Tıpkı ateş ve su örneğindeki gibi. Ateşin tabiatı kuru ve sıcaktır. Bu nedenle yakmak ve kül etmek onun kaderi olmuştur. Kendisini bırakamaz, “Ben artık su olacağım, yakmayacağım.” diyemez, çünkü yaratılışında bu yetkinlik yoktur.
Kader sırrını anlamayarak Hz. Peygamber’e (s.a.s) “O halde çalışmayı bırakalım mı?” diye soran sahabeye, kendileri şu şekilde cevap vermiştir:
“Çalışın, herkes kendisi için yaratılmış olana erecektir. Cennetlik olanlar, saadet(e götüren) amelde (muvaffak) olacaktır. Şekâvet ehli olanlar da şekâvet(e götüren) amelde (muvaffak) olacaktır!”
“Hemen Allah cümlemizi hayra vesile kılsın inşallah.” diyerek çalışmaya koyulalım. Aklıma yine konuyla ilgili bir hikâye geldi, anlatmadan geçmeyelim. Hikâyenin bereketiyle siz de nasiplenin, ben de nasipleneyim.
[1] A. Eylül Yalcinkaya
Comments